Duyuru

Hoş Geldin ARMY

Bildirim
Ekip alımları devam etmektedir.

- [47. Bölüm] 7FATES: CHAKHO (Türkçe Çeviri)

Tüm Bölümler

 

 Bölüm 47: Kimsin sen, zalim benliğim mi?




 

Hupo, Tabae'nin omzunda, en fazla yumruk büyüklüğünde bir şey fark etti.

 

"Omzunda bir şey var." dedi Hupo.

 

Hupo tozu silkelemeye çalıştığında, oradan kaçtı ve Tabae'nin elinde tekrar toplandı.

Hupo kaşlarını çattı.

Tavşan kuyruğu gibi görünüyordu ve

şimdi de arkadaşının avucuna yerleşmişti.

 

"Tabae, şirin görünmek için o şeyi yanında mı taşıyorsun?"

 

Tabae kahkahalara boğuldu.

 

"Oradaki çalılıkta buldum onu. Kurtlar kovalıyordu, kurtardım ben de."

 

"Canlı mı?"

 

Hupo daha da yakınlaşıp incelemeye koyuldu.

Bir çift minik göz, oradaydı işte.

Susam taneleri gibi küçücüklerdi.

 

"Evet, Kartopu'na merhaba de. Bu, ona verdiğim isim."

 

Bu kez kahkaha atma sırası Hupo'daydı.

 

"Kartopu... Gerçekten sevimli şeyleri seviyorsun Tabae."

 

Tabae kızardı.

 

"Güzel değil mi? Nesi varmış Kartopu isminin? Kar topuna benzemiyor mu işte?" Tabae savunmaya geçmişti.

 

"Her neyse. Evet isim tam da uyuyor... Kartopu..."

 

Hupo, Tabae'nin bu minik yaratığa böyle bir isim bulmasının sevimli olduğunu düşünüyordu.

 

Ama, kalbine bir anda saplanan sızıya anlam verememişti.

Gözleri de dolmuştu.

Dokunsan ağlayacak gibiydi.

 

"Sanırım uyanıyor..."

"Baba! Baba, kendine geliyor. Sanırım uyandı."

 

Hupo'nun düşünceleri, daha önce hiç duymadığı bir sesle bölünmüştü.

Gözleri fal taşı gibi açıldı.

Bir tavan vardı.

Daha sonra gözleri tavandan aşağıya, yatağın yanında duran insanlara kaydı.

Bir kadın ve bir adam vardı. Ve bir de çocuk.

 

Bir anlığına Hupo öylece kaldı.

Neler olduğuna anlam veremiyordu.

Sonunda kendine geldi ve hisleri ona, şu anda bulunduğu yerin özlem duyduğu eski Sinsi olmadığını hatırlattı.

O zamanki Sinsi çok eskilerde kalmıştı.

Hupo burnunu çekti.

Neredeyse rahatsız edici şekilde hızlıca yataktan doğruldu ama çocuk Hupo'ya daha da yakınlaşarak bakışlarını ona doğru kaldırdı.

Hupo'dan pek de korkmuş görünmüyordu.

 

"Bayım, iyi misiniz?"

"Grrrr..."

 

Hupo kasten hırladı.

Ayı kabilesinin soyundan gelen bu insanların meraklı bakışlarından hoşlanmamıştı.

 

"O... Hasta mı?"

 

Çocuğun babası kendi kendine mırıldandı.

Bu Hupo'yu sessizliğe gömmüştü.

 

Bu aile bir kaplan gördükleri zamanki tehlikenin farkında değil mi?

 

Huzursuz olmuştu, üzerindeki battaniyeyi tekmeledi ve yataktan kalktı.

Ama yoğun bir baş dönmesi yaşadı.

Sendeliyordu.

Adam, Hupo'nun kolundan tuttu.

 

"Durun. Hareket etmemelisiniz... Sizin için ne doktor çağırabildik ne de hastaneye götürebildik sizi.. Elimizden gelen en iyi şekilde tedavi etmeye çalıştık."

 

Hupo bakışlarını yavaşça kendi kolunu tutmakta olan adamın ellerine indirdi.

Adam hızlıca ellerini çekti.

 

"Lütfen... Size böyle dokunduğum için özür dilerim..."

Adamın sesinde suçluluk vardı.

 

"Ne kadar süredir baygınım?" diye sordu Hupo.

"Bir haftadır..."

 

Bir hafta mı? Yarım gün olduğunu düşünmüştüm.

 

Bayılmadan önce neyle yüzleştiğini o anda hatırladı.

Ve o anda neyi gördüğünü de.

Gördüğünün Pungrae olmadığını artık biliyordu.

 

Zeha...

 

"Kaplan avcıları canavarı öldürdü mü?"

"Evet. İyi ki o güçlü kaplan avcıları geldi. Chakho. Bugünlerde en güçlü ekip onlar..."

 

Ama adam cümlesini bitirmeden sözünü yarıda kesti.

Söylediğinin ne kadar uygunsuz olduğunu fark etti.

Chakho kaplana karşı savaşmıştı. Fakat Hupo’nun aklı başka bir yerdeydi.

 

Beni neden öldürmedi?

 

Hupo biliyordu ki Zeha'nın onu parçalamak ve öldürmek için birçok nedeni vardı.

 

Zeha’nın onun zayıflığından faydalanıp onu öldürmesi ya da rehin alarak buna bir son vermesi mantıklı olan tek şeydi. Ama böyle bir şey olmadı. Hayattaydı, bunun için üzüldü.

 

“Şey… Uyandığında bir şeyler yemen için sana masayı hazırladık…”

 

Hupo, annenin sözleri ile düşüncelerinden sıyrıldı.

 

“Efendim, çok fazla lezzetli yiyeceğimiz var.”

 

Dedi küçük çocuk, Hupo’nun kolunu iki eliyle kavrarken. Hupo şaşkınlığa uğradı.

Bu insanlar benim ne yediğimi bilmiyorlar mı?

Masa, içinde envai çeşit et bulunan yemeklerle donatılmıştı.

Hupo’nun bir şey demeden masaya baktığını gören anne konuşmasını sürdürdü.

 

“Şey… Bazıları çiğ, bazıları pişmiş…”

“Efendim annemin yemekleri harikadır.”

 

Daha sonrasında çocuk, Hupo’yu zorla oturtmaya yeltendi.

Çocuğa karşı çıkmak için enerjisi olsa bile Hupo, çocuğun istediği gibi sandalyeye oturdu.

 

Birbirleriyle bakıştıktan sonra çift de masaya oturdu.

Hupo, onun için hazırlanan yemeklere baktı.

 

Neden kalbimi ezip geçen bir ağırlık varmış gibi hissediyorum?

 

Hupo bunun cevabını biliyordu.

Kaplanın diğer kabileleri yemek zorunda olmadığı, neredeyse unuttuğu eski günleri hatırladı.

O günler hafızasında artık yok gibilerdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

Zeha duyduğu ses ile uykusundan uyandı.

 

“Ah!”

 

“Y-yardım edin! Biri bana yardım etsin!”

 

“Lütfen! Çocuğu kurtarın!”

 

“Bunu yapmak zorunda değilsin! Ah!”

 

Panik yüklü ve çaresiz çığlıklar Zeha’nın kulaklarına doldu.

Çığlıklarının tanıdık olmaması gerekirdi ama her nedense onlara alışkın olduğunu hissetti.

 

Ben…

Ben onlara yardım etmeliyim…

 

Ve böylece ayağa kalkmaya çalıştı, ama vücuduna bir şeyler bağlanmıştı.

 

Beni kim bağladı…?

 

Zeha gözlerini kapattı ve tekrar açtı.

Şimdi etrafını saran kalın ağaç dallarını ve yeşil yaprakları görüyordu.

Dallardan biri Zeha’nın etrafını sarıyor ve onu hareketsiz bırakıyordu.

Daha önce böyle bir şey yaşamamış olmasına rağmen nerede olduğunu anında anlamıştı.

 

Neden Shindansu’ya bağlıyım?

 

Tam o anda Zeha'nın zihnine birtakım anılar hücum etti.

Kendi anıları değildi fakat kendisininmiş gibi algıladı.

Bu anılar, kaplanların bütün kabileleri katletmesi, kendine verdiği söz ve de Sinsi için tereddüt içinde kılıcını kaldırışından sonra yaşananlar hakkındaydı. Ayılar ve diğer kabilelerle beraber "Seol" adındaki bir kahraman, Tabae'nin yanında olmak için yardıma gelmişti.

Kaplanları katletmek Tabae'nin planının bir parçası değildi.

Niyeti yalnızca onları hizaya getirip bastırmak ve sonra da neden böyle bir acımasızlığa başvurduklarını sormaktı.

Kaplanlara karşı çıkmak zor bir mücadele olmuştu.

Kazanan taraf olmak kolay değildi çünkü kaplanlar saldırı konusunda ustaydı.

Fakat Tabae kaplanların sınırlarını zorlamayı başarmış, Seol ve ayı kabilesiyle beraber diğer kabilelerin de güçlerini paylaşmasıyla galip gelmişti.

 

Hupo...

 

Tabae, kaplanların arasında savaşan Hupo'yu fark etmiş ve kaplanların bir anda yoldan çıkması konusunda ondan bir açıklama talep etmek niyetiyle yanına gitmek istemişti.
 İkisi konuşalı uzun zaman olmuştu, bu yüzden Zeha hiçbir şey bilmiyordu.

Ve işte bu anda her şey kararıyor. Sonrasında ne olduğunu hatırlayamıyorum.

 

"Aaaahh!!"

 

Bir kez daha bir başka acı dolu çığlık Tabae'yi kendine getirdi.
Çığlığın geldiği yeri görmekte zorlandı.
Ve işte orada, yemyeşil gür yapraklı çalıların arkasında, berrak mavi gökle keskin bir tezat oluşturan berbat bir şey yaşanıyordu.

 

O da ne?

 

Kahverengi tenli iri bir adam acımasızca kaplanları katlediyordu. Silahlı değillerdi.

Siyah kılıcı birer birer kaplanların başını kesiyordu. Hatta bir çocuğun kolunu bile kesti.

Tabae'nin nefesi kesildi.

 

Benim... Benim orada ne işim var?

 

Tabae neler olduğunu anlayamadı.

Kendisi oracıkta bağlanmış duruyordu.
 Fakat biraz ileride tıpkı ona benzeyen bir adam aynı Ölüm Kılıcı ile kaplanlanları katlediyordu.

Oradaki de kim öyle, masum çocukları bile yüzünde en ufak bir suçluluk duygusu olmadan nasıl öldürebiliyor? Bu gerçekten "ben" olabilir miyim?

 

Hayır...

 

Kafası karışmış halde kalamazdı.
Önce bu akıl almaz olaya bir son vermeliydi. Ve bunu yıldırım hızında yapmalıydı.
Gücünü çağırınca siyah saçları, etrafında dalgalandı.
Fakat tam da topladığı gücü devasa bir vuruşla patlamadan önce onu gördü Tabae.
Dünya dışı bir canavarın paldır küldür ona doğru geldiğini gördü.

 

 

 

 

 

 

"Hayır!"

Zeha nefes nefese uyandı.

Beyaz bir tavan gördü.

Kafası karışmıştı.

 

Neredeyim? Shindansu'ya bağlı olduğumu ve bir canavar gördüğümü sanıyordum. O da neydi öyle? Bir dakika, kaplanlara ne oldu ve tıpkı bana benzeyip kaplanları öldüren o kişi de kimdi?

 

 

Bir anda hepsi de cevap bulamadan kaybolan bir sorular silsilesi hücum etti zihnine.
Sonunda, Zeha kendine geldi ve kim olduğunu hatırladı.
O Tabae değildi. Zeha yumruklarını sıktı.
Fakat vücudunun kendisine ait olduğunu hissetmiyordu.

 

Bu da neydi…?

 

Bu, bir kabus gibi görmezden gelemeyecek kadar gerçekti.
Hafif esinti ile birlikte yayılan kan kokusunu hala hissedebiliyordu ve sanki biri acı ve nefretle yüksek sesle ağlıyormuş gibi hissetti.

 

Uuuuuu.

 

Rüzgar açık pencereye doğru eserek uluyan bir ses çıkardı. İşte o zaman Zeha bu yeri dolduran kokunun kan olmadığını fark etti. Bu ilaç kokusuydu.

 

Hastanede miyim?

 

Bayılmadan önce neler olduğuna dair hafızası pusluydu.
 Zihninde oradaydı, ama belli belirsiz bir şekilde sanki uzun zaman önce olmuş gibi hissetti.

 

Hunter uygulamasından bir bildirim aldım ve...

 

Ve orada kahverengi bir kaplan vardı. Savaştılar.  Ve bir canavar aniden ortaya çıktı.

 

İnsanlar öldü…

 

Çiftin zehir tarafından nasıl bir hiçliğe dönüştüğünü hatırladı.
 Sonunda bilincini kaybetmeden önce meydana gelen olaylar kafasında canlandı.

 

Ben Tabae değilim. Ben Zeha, insanları kurtarmak için yola çıktım ama başaramadım.

 

Zeha battaniyeye sarıldı.

 

Önce kaçtıklarından emin olmalıydım.
Kahverengi kaplanla savaşacağım sırada kaçmaları için bir yol belirlemeliydim.

 

Artık çok geçti, ne var ki kalbini acı veren bir pişmanlık sızısı kapladı.

 

Onları kurtarabilirdim. Ama kaplana o kadar odaklanmıştım ki, dikkatimi çekmediler.

 

Kaplanla olan bu savaş sadece intikamla ilgili değildi.

O da korumak istemişti.

Annesinin korumaya çalıştığı gibi Sinsi’yi korumak istemişti.

Özellikle yetim olan Zeha için burası pek de güzel bir dünya değildi.

Ama bazen bencilliği ve kırılmışlığıyla üşüttüğü dünyanın, onu ısıttığı zamanlar da oldu.

Zeha'ya dünyanın korkunç derecede soğuk bir yer olmadığını öğreten insanlar için Sinsi'yi düzeltmek etmek istedi.

Fakat başarısız oldu.

Dövüşe kendini fazla kaptırmış, odağını kaybetmiş ve onun korumasına ihtiyacı olduğunu gözden kaçırmıştı.

 

Korumama ihtiyacı vardı…

 

O anda, Jooan ve Haru'nun da onunla savaşmış olduğu gerçeği Zeha'yı sarstı.

Oturdu ve etrafına bakındı.

4-6 numaralı  koğuştaydı. Jooan ve Haru da yataklarındaydı.

Fena dövülmüşlerdi ama iyi görünüyorlardı, bu Zeha’yı çok rahatlattı.

 

Tık tık.

 

Tam o sırada, kapı gıcırdadı.

Gelenin kim olduğunu görünce Zeha'nın gözleri faltaşı gibi açıldı.

 

DEVAM EDECEK…

_____________________

Orijinal Kaynak: HYBE_STORIES

Türkçe Çeviri: starshine, glow, wintaerbear, Junior @ BTSTurkey

Kontrol: glow, starshine @ BTSTurkey

Çeviriyi almak ve başka bir yerde paylaşmak YASAKTIR.

Yorumlar