7Fates - [2. Bölüm] 7FATES: CHAKHO (Türkçe Çeviri)
2. Kaplan Kayası
Şehrin muhteşem manzarası, otobüs penceresinden Zeha'nın gözlerinin önüne yayıldı. Geleneksel Hanok çatıları, modern gökdelenleri süslüyor ve saçaklarının köşesi hafifçe yukarı doğru bükülüydü. Bu Doğu ve Batı mimarisinin birleşimi, Yisal Grup'un başkanı, Hwanwoong'un işiydi.
Şehirdeki diğer kulelerin boyunu aşan, en büyük ve uzun gökdelen olan Yisal Kulesi'nin sahibiydi.
Birkaç yıl önce Hwanwoong, şirketinin 300. yıl dönümünün anısına şehri "Sinsi" olarak yeniden adlandırmaya karar verdi. Onun görüşüne göre bu, şehrin gelişiminin girişimine başlamasıydı.
Onun yanında, insanlara inanılmaz ve bol avantajlar sözü de verdi. Bu cömert teklif üzerine tamamen teslim olduklarını söylemeye gerek dahi yok.
"Bilmiyorum. Bu iyi bir şey mi?"
Diğerlerinin aksine Zeha, Sinsi'nin daha iyi hale gelişimi konusunda biraz şüpheciydi.
Yisal Kulesi'nin yer aldığı kuzey şehir bölgesinin çoğu lüks ve temiz bir alana dönüşürken bölgenin güneyinin durumu ise büyük ölçüde kötüleşti. O zaman etkileri epeyce azalmış olan yetkililer, suçluları orada uzakta tutmak için boşuna bir uğraş verdiler.
Sonuç olarak ise, güney bölgesindeki suç oranı zirveye fırladı. Yalnızca güney bölgesi değildi. Kuzey bölgesi de kendince pek çok probleme ev sahipliği yaptı.
Görünürde, heyecanlı gelişmeler bekleyen lüks bir yerdi. Ancak gerçekte ise, konu suça geldiğinde güney bölgesinden aşağı kalır bir yanı yoktu.
Ah pekala, bu beni hiç ilgilendirmez. Onlar, en üst makamlarda yer alanların ilgilenmesi gereken problemler. Benim gibi bir vatandaş yalnızca yapması gerekeni yapmalı, değil mi?
Zeha nazikçe elini beline koydu. Parmakları soğuk metalle temas ettiğinde hafifçe titredi.
Birkaç gün önce elde etmeyi başardığı tabancaydı. Zeha nedenini bilmiyordu ama niyeyse içini rahat ettirmişti.
Arabanın camı biraz aralıktı. Oradan soğuk kış rüzgarı girdi ve hafifçe Zeha'nın saçlarını karıştırdı. Kısa süre sonra, uzaktan Inwang Dağı göründü.
Otobüsle dağa doğru gidiyordu.
Şimdiden bir ay mı geçmişti?
Olayın ardından, Zeha ayrılmaya uygun görülür görülmez hastaneden taburcu olmuştu. Kendisi güvende kalmaya devam ederken, şehirdeki olaylar daha kötü hale gelmişti. Dağda gerçekleşen vahşi cinayetler şehirde de yaşanmaya başlamıştı.
Büyük pençelerin çizik izleri, sanki bedenleri diller yalamış gibi damlayan kıpkırmızı kanlar ve korkunç ısırık izleri. Böyle izlere sahip olan cesetler şanslı olanlardan sayılırdı.
Diğerlerinin birçoğu ise parça pinçik haldeydi. Yalnızca kafa ya da bazı yaralanmış vücut parçalarından ibaretlerdi. Gizemli cinayetler serisi şehir boyunca yayılmaya başlayınca, Soohoon'un Zeha'ya gizlice takip etme izleri de kayboldu.
Zeha'nın bu cinayet vakalarıyla hiçbir alakası olmadığını anlamış olmalı.
Koyu bir sis ve bir kum fırtınası...
Tanıklar, ifadelerinde daima bunlardan bahsettiler.
Koyu sis ve kum fırtınası dağıldıktan sonra, parçalanmış bedenlerin etrafa saçılmış bir şekilde ortaya çıktığını söylediler. Şehir kameraları ise bu gizemli görüntüleri yakalamalarına rağmen arkasındaki suçluları yakalayamadı.
Tam bir gizemdi.
Biliyordum. Bunlar bir insanın işi değildi...
Bir gün, insanlar bu cinayetlerin sorumlusuna "kaplan" demeye başladılar.
Talihsiz kurbanların vücutlarını kaplayan diş ve pençe izlerinin bir kaplanınkine benzemesi yüzünden bu adı taktılar.
Hwanwoong, Sinsi’ye dehşet saçan bu korkunç olaylar karşısında sessiz kalmadı.
“Sinsi’de, özenle ve yılmadan hep beraber kendi ellerimizle inşa ettiğimiz bu şehirde, iğrenç bir suç işleniyor. Bu sebeple acil durum ilan ediyor ve kaplanı yakalayıp bu işe bir son verebilecek kişileri özellikle ödüllendirmeyi planlıyorum. Bir bakalım. Öne çıkıp bu kaplanları Sinsi adına avlamak isteyen biri var mı?” diye gazetecilerin önünde açıkladı Hwanwoong, her zaman yaptığı gibi siyah bir yelpazeyle hafifçe ağzına vurarak.
Ödül, ceset başı elli milyon wondu. Bu miktar zar zor geçinenleri harekete geçirmek için yeterince büyük bir teşvik olsa da birçoğu kuşkuluydu.
Sadece karanlık sis ve kum fırtınaları üretmekle kalmayıp yüksek kaliteli güvenlik kameraları tarafından kayda alınmaktan da kaçabilen bu yaratıkları öldürmenin mümkün olup olmadığını merak ediyorlardı.
Mümkün olduğu daha sonra ortaya çıktı.
“Kaplan Kelebeği” adıyla bilinen bir grup kaplan avcısı takımı, içlerinden birini yakalamayı ilk başaranlardı.
Yakaladıkları kaplanı halka sundular. Tıpkı bir insan gibi görünüyordu, bir kaplanınkiler gibi kafasının tepesine oturmuş kulakları dışında.
Bir takım lideri, Seongjin, kaplanın kopmuş başını sallayarak anlattı.
“İlk bakışta bizden biri olduğunu sandım. Fakat bir şeylerin ters olduğunu fark ettim. Cilt rengi ve gözlerinde tuhaf bir şeyler vardı. Bu yüzden onu dürttüm. Ve bakın. Şekil değiştirip bu hale geldi.”
Yani bu kaplanlar gerçekti. Ve onları öldürmek mümkündü.
Bu olay gittikçe daha fazla insanı bir çeşit silahlarla bu yaratıkları avlamaya katılmak için harekete geçirdi.
Zeha’nın üstünde de bir silah vardı. Fakat başka bir sebeple.
O koyu sis...
Belli belirsiz hatırlıyordu. Dağda bilincini kaybetmeden hemen önce onu nasıl da karanlığın içinde sarmaladığını hatırladı Zeha.
Bunu hatırlar hatırlamaz dağa tekrar çıkmayı denedi.
Fakat o zaman dağa çıkış yasaktı. Ama şimdi işler farklıydı. Kaplan avı başladığından beri dağ yeniden halka açılmıştı.
Zeha bir ay önce orada yaşananlardan emin olmak istiyordu.
Kaplan avcıları zaten dağı temizlediler yani o kadar tehlikeli olmayacak. Ve yanımda bir tabanca var...
Zeha otobüsten iner inmez karanlığın arasındaki dağa baktı. Oldukça travmatik tecrübesine rağmen korkmuş hissetmiyordu.
Zeha karanlıkta tamamen hafızasına güvenerek dağa çıkmaya başladı. Karlı dağ soğuk havayla çevriliydi ama ne garip ki Zeha tırmanış boyunca sıcak hissetti.
En sonunda kaybolmadan gideceği yere ulaştı. Zeha kendini Kaplan Kayası’nın önünde buldu. Çömelmiş bir kaplanı andıran kaya, ay ışığında pırıldıyordu.
Evet, o gün de buradaydım. Ve ona doğru yürümüştüm... Hah? Bu da ne?
Kayada yara izine benzeyen uzun bir oyuk vardı.
Geçen sefer yoktu ama...
Elini oyuğun üstüne koydu.
“Ah!”
Tam da o zaman, Zeha’nın şimdiye kadar iyileşmiş olduğunu sandığı göğsündeki yara ağrımaya başladı.
“Uff!”
Zeha iki büklüm halde göğsünü tuttu. Yumruk halindeki parmaklarının arasından mavi bir ışık yayılmaya başladı ve giderek büyüdü.
İşte o zaman Zeha vücudundaki değişimi hissetti.
“Ne oluy-?”
Hızlıca elini çekip kontrol etti. İyi görünüyordu.
Işık göğsünden, bir ay önce aldığı yaradan geliyordu.
“Bu da neyin nesi?”
Zeha konuşmak için fazla şaşkındı. Fakat daha fazlası da vardı. Kayadaki derin yarık da aynı mavi ışığı yayıyordu.
Işıklar karanlıkta o kadar şiddetlendi ki sonunda birbirlerine dokunuyorlardı. Sanki çınlıyorlarmış gibiydi. Gözlerinin önünde meydana gelen bu gerçek dışı manzarayı izlerken Zeha’nın ağzı bir karış açık kaldı. Diyecek hiçbir şey bulamıyordu. O kadar afallamıştı ki göğsündeki acıyı tamamen unuttu. Işıklar, Zeha’nın doğrudan bakmasını zorlaştıracak kadar şiddetlenmişti. Bu yüzden gözlerini yumdu.
Işık sönünce Zeha yavaşça gözlerini yeniden açtı. O an gördü...
“Amanın”
Önündeki şaşırtıcı görüntüye hazırlıksız yakalanan Zeha yere tökezledi.
Kayanın olması gereken yerde zayıf bir adam duruyordu. Kül rengi saçlar ve gözlerle muhteşem görünen bir adamdı. Üstünden gevşekçe sarkan koyu lacivert cübbesi, geniş pantolonlarını tamamlıyordu. Boynunu bir kolye gibi saran kalın ve kırmızı bir ip vardı.
Adam, kolları birbirine bağlı bir şekilde gülümsedi ve Zeha’ya doğru yürüdü. O anda, onu bileğinden yakaladı ve eforsuzca yukarı çekti. Sonrasında tekrar kollarını birleştirdi ve sırıttı.
Zeha gözlerine inanamıyordu. Birkaç kez gözlerini kırpıştırdı ve başını kaşıyarak mırıldandı.
“Yine rüya mı görüyorum?”
“Bu bir rüya değil evladım. Benim adım Haru. Ben Inwang Dağı’nın Kaplan Kayası’yım.”
Adamın konuşması biraz tuhaftı. Gözlerinin rengi daha önceden orada olan kayayla tıpatıp aynıydı.
Zeha kaşlarını çattı. Haru’ya bakıp onu biraz inceledikten sonra sırıttı.
“Vay, bu kadar rüya gördüğümü düşünmezdim. Böyle saçma bir rüya gördüğüme inanamıyorum! Kimseye bundan bahsedemeyecek kadar utanç duyuyorum şu an.”
Kendi kendine mırıldanarak saçmalarken Haru bileğini tuttu. Zeha elini Haru’nun tutuşundan kurtarmaya çalışınca fark etti ki bu gizemli adam düşündüğünden daha güçlüydü.
Zeha, Haru’ya gözlerini dikip kaşlarını çattı ama Haru hiç istifini bozmadı. Gülümseyip bir yetişkin gibi konuşmaya başladı.
“Ne kadar da büyümüşsün sevgili evladım! Çok küçüktün. Bu kadar falandın.”
Baş ve işaret parmağıyla havada küçük bir yumru yapmaya başladı.
"Hiçbir zaman o kadar küçük değildim." diyerek karşılık verdi Zeha.
"Üstelik biz hiç tanışmadık. Senin, büyüdüğümü söylemenin imkanı yok."
"Küçükken hep izledim seni." diyerek sözünü kesti Haru.
"Babanın kucağındayken ve annenin elini tutup çiçekler toplarken izledim seni. Kulağına taktığın çiçeklerle dans ederken çok sevimliydin…”
"Sevimli mi? Çok saçma bu... Dur bir dakika."
O zaman, tam o sahne Zeha'nın zihninde canlandı. İlkbahar zamanı, gökyüzü güzel ve berrak bir mavilikteydi. Annesi ile beraber kayanın önünde çiçek topluyordu.
Zeha, annesi şarkı söylerken onun etrafında dans edişini hatırladı. Hem acı hem de tatlı bir hatıraydı.
Boğazını temizledi.
O an etrafta onlardan başka kimse yoktu.
Bu garip adam bunu nasıl bilebiliyordu?
"Bunu nereden biliyorsun?"
Haru "Hafızan oldukça zayıf gibi." diyerek yorumladı.
"Seni gördüğümü söylemedim mi? O kadar uzun zamandır burada oturup her şeyi izliyorum ki ben bile ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum.
Sevgili evladım, saçlarıma ve gözlerime bir bak bakalım. O Kaya gibi görünmüyor muyum?"
"Şey, gözlerine renkli lens takmış olabilirsin ve saçlarını da boyamışsındır."
Zeha yaklaştı ve Haru'nun saçından bir tutam çekip kopardı.
"Off, acıttı."
Haru şaşkınlıkla haykırdı.
"Demek ki normal bir insan gibi konuşmayı da biliyorsun."
"Bu canımı acıttı, sevgili evladım."
Zeha, Haru'yu görmezden geldi ve saç tutamını inceledi. Dibine kadar kül rengiydi. Boya değildi.
Benden daha yaşlı da durmuyor o yüzden beyazlamış da olamaz...
Haru'yu tepeden tırnağa süzdü. Haru ise etrafa bakıyor ve sanki uzun beyaz bir sakalı olan yaşlı biriymiş gibi eliyle çenesini sıvazlıyordu. Zeha zaman geçtikçe onu daha da garip buldu.
"Burada kaplan yok gibi..."
Kaplan kelimesi anında Zeha'nın dikkatini çekmişti.
"Kaplanları biliyor musun? Etrafında kaplan olunca hissedebiliyor musun?"
"Elbette, kaplanların dünyası olan Inwang Zindanı’nın girişini korumak için burdayım. Ve evet harika ve muhteşem olduğumun farkındayım-"
"Inwang Zindanı da neyin nesi?" diye böldü Zeha.
Haru sırıttı.
"Yani artık bana inanıyor musun?"
"Sadece açıkla. Inwang Zindanı nedir?"
"Bu çok uzun bir hikaye. Uzun zamandır buradaydı. Çok çok uzun-"
"Adım Haru demiştin, değil mi?"
"Hı?"
"Sadede gel. Basit bir özet, lütfen. Alo?"
"Cık, cık. Ne kabasın."
Haru bağdaş kurarken başını onaylamayarak salladı. Oldukça uzun bir süre Zeha'ya baktı ve sonunda itiraf etti...
"Bilirsin, aslında çok da bilmiyorum."
___________________________________
Orijinal Kaynak: HYBE_STORIES
Türkçe Çeviri: Kıleyır, glow, starshine @ BTSTurkey
Kontrol: Kıleyır, lumi @ BTSTurkey
Çeviriyi almak ve başka bir yerde paylaşmak YASAKTIR.