Duyuru

Hoş Geldin ARMY

Bildirim
Ekip alımları devam etmektedir.

- [11. Bölüm] 7FATES: CHAKHO (Türkçe Çeviri)

Tüm Bölümler

    

11. Kaplanlar Geliyor




Adam kot pantolon ve kaslarını belli eden dar, siyah bir gömlek giymişti.
Kolunda da bir kelebek dövmesi vardı.


“Sen Zeha mısın? Patron Dongcheol seni görmek istiyor.”


Zeha ondan iyilik isteyen birine göre adamın ne kadar küstah davrandığını görmezden gelemedi.


Dongcheol...?


Bu isim Zeha’ya bir şeyler çağrıştırsa da hemen hatırlayamadı. Birkaç saniye sonra Kaplan Kelebeği’nin komutanının adı olduğunu fark etti.

Zeha, adamın kibirli tavrını anında sezdi. Zeha’nın, şehrin en büyük av takımının komutanıyla görüşme fırsatını geri çevirmeyeceğini varsaymış olmalıydı.


“Onu görmek için herhangi bir nedenim yok.”


Zeha reddetti. Zeha Kaplan Kelebeği’ni zerre kadar sevmiyordu.


“Sen az önce ne dedin?”


Adam kaşlarını çattı. Konuşurken kalın kollarındaki damarlar belli bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Doğal olarak Zeha bunun ne anlama geldiğini anladı. Adamın sabrı tükeniyordu.

Kaplan Kelebeği, kendi üyelerinden farklı bir kişiliğe sahip birini işe alamaz mı? Kaplan Kelebeği o kadar büyüdü ki artık bir takım yerine bir güç. Gücün onun gibi serserilerle dolu olması düşüncesi Zeha’yı ürpertti.


“Hayır dedim.”


“Seni serseri. Gerçekten diğerlerine tepeden bakıyor gibi görünüyorsun. Seni alt etmeden önce çeneni kapatıp dediğimi yapsan iyi olur, duydun mu?”


“Hadi gidelim.”


Zeha onu görmezden geldi ve Dogeon’a gitmesini teklif etti. Onları dikkatlice izleyen Dogeon kafa salladı.


Adam sinirden kızardı ve şimdiye kadar olan kayıtsız tavırlarına gözle görülür bir şekilde öfkelendi. Adam öne atıldı ve sanki kırılma noktasına gelmiş gibi Zeha’yı omzundan tuttu. Fakat tam o sırada bir şey oldu.


Vın.


Küt!


İşte öylece, adam havaya savruldu ve yere atıldı.


Adam boylu boyunca yerde yatıyordu, gözleri fal taşı gibi açık gökyüzüne bakarken az önce ne yaşandığını anlamaya çalışıyordu.


Onu omzunun üzerinden fırlatan Zeha’ydı. Yola yayılmış halde yatan adama bakıyordu.


“Önce sen alt edildin gibi görünüyor.”


“Sen...! Ah!”


Zeha hemen öne atılıp adamın göğsüne bastı.


“İşi olan kişinin ziyarete gelmesinin nezaket olduğunu düşünürdüm, aksinin değil. Yine de, gördüğün gibi, patronun gelseydi bile bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Sizin gibi insanlar için vaktimi harcamaya niyetim yok.”


Dongcheol, Kyeongtae’nin Zeha’yla olanlarla ilgili raporunu dinlerken telaşa kapıldı.


"Sözlerime karşı gelmeye cesaret ettiğini mi söylüyorsun? Emin misin?"


"Evet, patron.” 


"Hah!"


En başında ona Kaplan Kelebeği’yle bir şey yapmaya niyetlenmiştim. Yani… Artık değil. Onun kendini beğenmişliği bize sadece zarar verecek.


Dongcheol, Zeha'nın kendisine katılması fakat sonunda arkadaşlarıyla bir araya gelerek tüm gruba karşı komplo kurması olasılığını düşündü. Avlanma oyununda daha fazla rekabet işleri çok karmaşık hale getirmişti.


"Pekâlâ, sanırım ondan bir an önce kurtulmamız gerekiyor, öyle değil mi?"


Maro ve grubu yeraltı tünelinde yürüyorlardı. Gün içinde kaçırdıkları insanları taşıyorlardı. Rehineler acı acı bağırıp panik içinde çığlık atıyorlardı. Ama onların feryatları kaplanlar için gürültüden başka bir şey değildi.


“Burası beni her seferinde etkiliyor.”


Bulti, Maro’nun yanında yürürken söyleniyordu. Yeraltı tüneli, sabit bir aralıkta iğrenç bir gürültü yayıyordu. Kan damarlarına benzeyen bir şey de tünel boyunca her yöne yayılmıştı.


“Peki ya hoş bir yer değilse?"


Maro olduğu yerde durdu ve içeri girmeden önce tünelin ortasında bulunan bir kapıyı açtı. Büyük bir yeraltı hapishanesiyle karşılaştılar.


"Binanın altında bir hapishane olduğunu kimse öğrenemeyecek.”


Bu geniş alan sayısız hapishane hücresine ayrılmıştı. Her birinde grup halinde insanlar kilitliydi. Yeni gelenler kaçış yolu bulmaya çabalıyordu. Umutsuzluk çığlıkları, buraya daha önce gelenlerle tam bir zıtlık oluşturuyordu.


Perişan vücutları, sanki yardım için bile fısıldayamayacak kadar enerjileri tamamen tükenmiş gibi yere yayılmıştı.


Tam da o anda, kaplanlardan biri günün oyunlarından birini hücreye tıktı.


"K-kurtarın beni! Lütfen kurtarın beni!"


"Benim bir kızım var. Lütfen beni buradan çıkarın. Burası hakkında kimseye bir şey söylemeyeceğim. Lütfen!”


"Ben, ben senato üyesiyim! Bırakın beni, size para veririm. İstediğiniz kadar para veririm!"


"Ben, ben size yardım ederim. Daha fazla insan yakalamanıza yardım edebilirim.”


Hayatları için hala küçük bir umuda tutunanlar, kaplanlara sunabilecekleri her şeyi sıraladılar. 


Maro onları izlemeyi seviyordu.


Kabilesinin Inwang Dağı'ndaki gölgeler dünyasında nasıl yaşamak zorunda kaldığını, bu sinir bozucu insanlar yüzünden nasıl yılda sadece bir kez özgürce dolaşabildiklerini hatırladı. O kadar uzun süre kilitli kalmışlardı ki zaman algıları kaybolmuştu. Ve şimdi, kabilesini o iğrenç yere mahkûm eden bu insanlar merhamet dileniyorlardı.


İşler nasıl da tersine döndü. Maro’nun onları serbest bırakmak gibi bir niyeti yoktu. 


“İnsanlara kırgın olmalısın, değil mi?" 


Soruyu soran kişi, Maro’nun terk edilmiş binada tanıştığı tuhaf adamdı.


"Hepinize harika birer yer alacağım. Ve karşılığında sadece bir şey istiyorum."


"Hah! Neden senin için çalışayım? Sadece şey yapabilirim- Ah!"


Maro, tamamen çaresiz bir şekilde önünde duruyordu. Maro, bu yabancıya boyun eğdirmek için tüm gücünü toplamış fakat onun üzerinde bir çizik bile bırakamadığını fark etmişti.


Yüzü, gözleri dışında siyah bir yelpazeyle kapalı olan adam insan gibi görünmüyordu. Kaplan da değildi.


O ne…?


Hayatında ilk kez Maro'nun içini korku kapladı. Bu onu o kadar boğdu ki bir güllenin altında kalmış gibi hissetti.


"Öfkeni anlayabiliyorum. Ne de olsa ayılara yenilmek kabilenize yıllar boyunca acı çektirdi… Ne zaman düşünsem gözlerim doluyor.”


Maro’nun gözleri kocaman açıldı.


Bunu nasıl bilebilir?


O zamandan beri binlerce yıl geçmişti. Bu olayı yaşayan her insan yaşlılık nedeniyle vefat etmişti.


Sadece gölgelerin zamansız dünyasında acı çeken kaplanlar, savaş sırasında ezildiklerini ve kardeşlerinin döktüğü kanı hatırlayabilirdi.


 

Adam, gözle görülür bir şekilde şaşırmış görünen Maro'ya bakarken gözlerini kıstı.


"Sadece barış istiyorum. Hepsi bu."


 Adam sadece bir şey istedi. Güvenli bir ev karşılığında kaplanların orayı insan kanıyla doldurulmasını istedi.


Maro zaten insanları öldürmeyi planladığı için öneriyi memnuniyetle karşıladı. Hupo'ya her zaman saygı duymuş olmasına rağmen, onun yöntemlerine katılmıyordu.


Çocukları değil, sadece kötü adamları öldürmek mi? Ne pahasına olursa olsun! Yaşları ne olursa olsun hepsi şeytan!


Maro, umutsuzluk çığlıklarının tadını çıkararak hapishane tüneli boyunca gezindi. Tam o sırada hücrelerden birinin önünde durdu. Bu hücrede diğerlerinden farklı olan bir adam vardı. Çaresizlik içinde haykırmıyordu, parmaklıklara tutunup Maro'dan merhamet de dilemedi.


Sadece keskin gözlerle duvara bakıyordu. Maro, bir süredir esir tutulduğundan dolayı adamın kim olduğunu biliyordu.


"Hosu."


Maro ona seslendi fakat o tepkisiz kaldı. Hosu ​​başlangıçta diğerleri gibiydi.

Zayıf ve umutsuzdu. Ancak, amansız işkenceden sonra zayıf düşmek yerine dirençli hale geldi.


Başlangıçta yaptığı çığlıkların yerini şimdi sadece bir homurtu almıştı. Şimdi, Hosu dişlerini gıcırdatarak acıya dayanıyordu. Buradaki birçok insanın aksine, Hosu bu küflü yerde aylardır hayatta kalmayı başarmıştı.


Hosu, Maro'nun ilgisini çekmişti. Ne kadar dayanacağını merak ediyordu.


"Çık dışarı. Çıksan iyi olur. Yoksa-"


Tam o sırada Maro küçük bir kıza pençesini doğrulttu. Açlıktan ve işkenceden ölüyordu. Hosu, hayatını kaybetmesinin an meselesi olduğunu biliyordu.

Yine de sessizce ayağa kalktı ve Maro'ya yaklaştı. Neyle karşılaşacağını bilmesine rağmen yüzü boş ve duygudan yoksundu.


Bu arada, 7. Bölge'deki Sabah Yıldızı Anaokulu için sıradan bir gündü. 

Bunların hepsi, insanların Sinsi'nin kralı olarak gördüğü Hwanwoong yüzündendi.


Umudun ancak günlük hayatlarına devam ettiklerinde var olduğunu söyleyerek insanlara güvence vermiş ve bu kaos sona erene kadar onlara çokça destek ve yardım garanti etmişti. Hükümet bu karışıklık döneminde hiçbir şey yapmadığı için herkes ona minnettardı.


Hwanwoong, çoğunlukla anaokulları ve okulların olduğu çocuklar ve gençlerle dolu alanlarda güvenliği sağlamak için kişisel olarak özel korumalar tutmuştu.

Her bir muhafız ekibinde en az bir kaplan avcısı vardı.


Alışveriş merkezleri ve küçük dükkanlar gibi yoğun alanlarda devriye gezen korumalar ve avcılar da vardı. Hwanwoong sayesinde insanlar günlük hayatlarına devam edebiliyorlardı.


"Görünüşe göre kaplanlar 5. Bölge'de ortaya çıkmaya başlamış."


Bir anaokulu öğretmeni olan Haeyeong, televizyon izlerken bunları söyledi.

Küçük öğrencileri öğle uykusuna yattığı için mola vermişti.


"Bunu ben de duydum. Kaplanlar on kişiyi kaçırmış gibi görünüyor..."


"Bugünlerde daha fazla insanın kaçırıldığını ve ölüm vakalarından daha çok kaçırılma olaylarının olduğunu duymadın mı?"


"Kaçırılmalardan çok korkuyorum. Sence onları nereye götürüyorlar? Ve kim bilir bundan sonra onlara ne oluyor...?"


"Evet, seçmem gerekirse, hemen orada öldürülmeyi tercih ederim."


Öğretmen arkadaşlarından Jihye iç çekerek cevap verdi.


"Bunu yapmamızın gerçekten iyi bir fikir olduğunu düşünüyor musunuz? Kaplanları yakalamak için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyorlar ama bütün eski bölgelere bakın. Birer birer yok ediliyorlar. Görünüşe göre 6. Bölge'deki insanlar şimdiden taşınmaya hazırlanıyor. Ancak sanırım ordu onları taşınmaktan alıkoyuyor.”


"Hükümet neden insanları taşınmaktan alıkoyuyor sizce? Yani, tehlike olduğunda yapılması gereken çok açık bir şey değil mi?"


"Üst düzey kişilerin zihinlerini nasıl okuyabiliriz? En azından bize bakacak Hwanwoong var."


"Biliyorum, doğru. O olmasaydı Sinsi darmadağın olurdu..."


Tam o sırada korkunç bir çığlık duydular.


"Bir kaplan!"


"Kes şunu!"


"Or, orada...! Ah!"


"Hayır! Orada... Ah, olamaz!"


Dışarıda bir karmaşa vardı.



Pat!


Pat!


Silahlar ateşlendi, dışarıdan birbirine çarpan metalin sesi yükseldi.


İçerideki öğretmenler anında yerlerinden fırladılar.


"Ahhh!"


"Anneeeee!"


"Ahhhhh!"


Dışarıdaki gürültü çocukları uyandırınca hıçkırarak ağlamaya başladılar. Öğretmenlerin bazıları kendi canlarını kurtarmak için çocukları arkalarında bırakıp kaçarken diğerleri de çocukları korumak için hemen sınıflara koştular. 


Haeyeong küçük öğrencileri için geri dönen öğretmenlerden biriydi. İçeri girdiği anda öğrencileri kucağına koştular. Hepsi ağlıyordu, hepsinin kafası karışmıştı ve olanlardan dolayı hepsi korku duyuyordu. Dışarıdan çığlık ve çatışma sesleri gelmeye devam ediyordu.


 Haeyeong çocuklara sarılırken korkudan ürperdi. 


"Bir şey yok. Her şey yolunda. Polisler bizi koruyacak. Bir şey yok."


"Ahhhh! Anneciğim... Anneciğim!"


"Ahh!"


Çocuklar hiç durma emaresi göstermeden ağlamaya devam ettiler. Haeyeong da ağlayacakmış gibi hissediyordu.


Çat!


O anda sınıfın camları odaya giren zayıf figürü ortaya çıkararak kırıldı. 


Görür görmez onun bir insan olmadığını anladı Haeyeong.


Kafasında sivri uçlu kulakları, uzun pençeleri ve çocukları gördüğü anda ortaya çıkan bıçak gibi keskin dişleri vardı.


Sırıttı.


Bu bir kaplan!


Haeyeong'un canavarın varlığını özümseyecek kadar zamanı yoktu. Kollarını mümkün olduğunca çok çocuğu sarabilmek için kocaman açtı. 


"Burası fazla gürültülü."


Kaplan yaklaşırken hırıldıyordu.


"L- Lütfen yapma...!"


Haeyeong öne atladı ve arkasında kalan çocukları korumak için kollarını yana doğru açtı.


"Onlar sadece çocuk... Onlar... Sadece çocuk."


"Hıh!"


Kaplan alay etti.

 

Kırık camdan içeri süzülen adamı fark etmedi.



DEVAM EDECEK…


__________________________

Orijinal Kaynak: HYBE_STORIES

Türkçe Çeviri: micmic, wintaerbear, kooknaz, starshine @ BTSTurkey

Kontrol: glow @ BTSTurkey

Çeviriyi almak ve başka bir yerde paylaşmak YASAKTIR. 

Yorumlar